Sabah uyanıp işe gitmemizin, para kazanmamızın, konfor arayışımızın arkasında tek bir nihai durak var: Mutlu olmak. Ama çoğumuz büyük bir yanılgı içindeyiz. Mutluluğu midede hissedilen anlık bir haz, banka hesabındaki bir sayı ya da başkalarının alkışı zannediyoruz. Oysa binlerce yıl öncesinden bir ses, yani Aristoteles, bizi uyarıyor ve şöyle diyor: "Mutluluğu yanlış yerde arıyorsunuz."
Zaman zaman size sorduğum ama yüzyıllardır da insanın kendine en çok sorduğu bir soru var. “Neden buradayız?” Bu soruya çok uzun bir zaman dilimde din cevap veriyordu. Zira cevabı hazırdı, güçlüydü, anlaşılabilirdi: “Bir amaç için buradayız.” diyordu. Fakat modern insan, özellikle son iki yüzyılda, bu cevabı yavaş yavaş sorgulamaya başladı. Tanrı’yı merkezden çekip, bilimi, aklı ve bireyi onun yerine koydu. Ve ortaya garip bir boşluk çıktı: Dünya artık ne tamamen anlamlı, ne de tamamen anlamsızdı.
"Biri Josef K.'ya iftira atmış olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmadığı halde bir sabah tutuklandı."
Suçun kendisinden önce gelen bir suçluluk hissi düşünün. Eylemlerinizden bağımsız, varoluşunuzun dokusuna işlemiş, kaynağı belirsiz ontolojik bir durum… Franz Kafka, bu açılış cümlesiyle tam olarak bu durumu, modern insanın içinde sıkıştığı bir tecrübe olarak ele aldı.
Tanrıyı kanıtlayan 4 argüman: Ahlak, Kozmolojik, Ontolojik ve Teleolojik...
Bir toplumun hasta olup olmadığını anlamak, bireylerin gündelik şikâyetlerinden çok daha derin bir sorgulamayı gerektirir. Çünkü toplum, tek tek insanların toplamından ibaret değildir; kendi ruhu, kendi bilinci ve kendi körlükleri vardır. Bazen bu körlük öyle derindir ki, bireyler kendi acılarını hisseder, fakat bu acının kaynağının toplumsal dokunun bozulmasında yattığını fark edemezler.
İnsanlık tarihi boyunca en temel sorulardan biri hiç değişmedi: Nereden geldik, neden buradayız ve nereye gidiyoruz? Bu sorulara verilen cevaplar, kültürleri, medeniyetleri ve bireylerin hayatlarını şekillendiren inanç sistemlerini doğurdu. Kimi toplumlar doğayı kutsal bir bütün olarak gördü; kimileri tek bir tanrının evreni yönettiğine inandı; kimileriyse çok sayıda tanrıyı göklerde, dağlarda ya da denizlerde tasavvur etti. Bazıları için tanrı düşüncesi kainatın merkezinde yer alırken, bazıları içinse böyle bir varlığın hiçliği daha ikna ediciydi.
Nietzsche bugün hayatta olsaydı, modern dünyanın iğrençliklerini ve kendi kendini tüketen alışkanlıklarını sizce hangi kavramlarla betimler veya hangi noktalarda sert bir eleştiri yapardı? Uydurmakta olduğum bu düşünce deneyi esasında Nietzsche’nin felsefesinin hâlen güncel ve sarsıcı olduğunu gösteren önemli bir niteliğe sahip olabilir.
İnsanlık tarihi, çoğu zaman büyük liderler, parlak zekâlar ve olağanüstü başarılarla anlatılır. Oysa perde arkasında işleyen başka bir kuvvet daha var: Bunlar aptallardır. Carlo Cipolla, Aptallığının Temel Yasaları adlı eserinde bu rahatsız edici gerçeği soğukkanlı bir şekilde masaya yatırır. Ona göre aptallık, rastlantısal bir kusurdan ziyade, evrensel ve yapısal bir olgudur. Daha da kötüsü, çoğu zaman görmezden gelinir, küçümsenir ya da yanlış anlaşılır.
Felsefe tarihinde öyle yollar vardır ki, sonu aydınlığa değil, bir enkaz yığınına çıkar. Öyle düşünürler vardır ki, size sistemler inşa etmeyi değil, var olan tüm yapıların temellerinin aslında ne kadar çürük olduğunu göstermeyi hedefler. Rus düşünce geleneğinin en karanlık ama bir o kadar da özgün figürlerinden biri olan Lev Şestov da o çürük temelleri gösteren hatta o moloz yığınlarının içinde dolanan figürlerden biridir.
Hayat… Her anı acıyla, yoksunlukla ve bitmeyen bir tatminsizlikle dolu bir tiyatro sahnesinden ibarettir. İnsanın varoluşuna şöyle bir baktığımızda, sürekli bir şeyin peşinden koştuğunu, bir arzu tatmin olduğunda hemen yenisinin doğduğunu ve bu döngünün ancak ölümle sona erdiğini görüyoruz. O halde neden bu kadar anlamsız bir varoluşa böylesine kör bir tutkuyla bağlanıyoruz? Arthur Schopenhauer’a göre bu problemin cevabı, varoluşumuzun en temelinde yatan, akıldan yoksun ve kör bir güç olan “yaşama istencidir”.
Sabah uyandığınızda sizi yataktan kaldıran bir felsefeniz var mı merak ediyorum? Aldığınız kararları neye göre veriyorsunuz ya da hayatınızın belli zamanlarında karşınıza çıkan o büyük sorulara yanıt ararken aklınızda tam olarak ne var? Çoğumuz bir şekilde yaşayıp gidiyoruz… Ama hiç düşündünüz mü, tüm bu yaptıklarınızın arkasında yatan gizli bir rehber var mıdır?
Bu videoda Stoacılığın vaat ettiği "doğru yaşam" idealine karşı getirilen eleştirileri inceleyeceğim ve insani deneyimin çok daha çelişkili, çok daha acımasız ve dönüştürücü potansiyellerle dolu olduğunu anlatacağım.
Antik Yunan felsefesinin doğuşunda, yani mitolojik anlatıların ve antropomorfik tanrı anlayışının egemen olduğu bir çağda, Ksenophanes, geleneksel olarak kabul görmüş inanç sistemlerine meydan okuma cesareti gösteren ilk isimlerden biridir.
İnsanlık vicdanının en çetin hesaplaşmalarından birinde, ahlaki sorumluluğun sarsılmaz ilkeleri ile bireysel cüretin yıkıcı arzusu karşı karşıya geldiğinde, Dostoyevski'nin kaleminden yalnızca bir karakter değil, bir felsefe olarak yükselen bir figürle tanışırız: Rodion Romanoviç Raskolnikov.
İslam felsefe tarihinin en etkin ve bir o kadar da en aykırı figürlerinden biri olan İbn Sina, yaşadığı dönemin ve sonraki asırların düşünce yapısını derinden etkilemiş çok önemli bir filozoftur. O, Antik Yunan felsefesi ile İslam düşünce birikimini sentezleme çabasındaki en önemli isimlerden biri olmuş, bu sentezi rasyonel ve sistematik bir zemine oturtmuştur. Fakat geliştirdiği özgün felsefi yaklaşımı, bazı İslami çevrelerce benimsenmiş olsa da, bazı çevreler tarafından hoş karşılanmamış ve "küfre düşmekle" itham edilmiştir.
Son yirmi yıldır entelektüel tartışma sahnesinde bir kıvılcımla başlayıp, bugün harlanmış bir yangına dönüşen, kimine göre bir aydınlanma meşalesi, kimine göreyse bir entelektüel felaket olan bir fenomeni size anlatmak istiyorum. Bu Yeni Ateizm akımıdır! Bu akım, iman edenlerle etmeyenler arasındaki klasik çekişmenin ötesinde; bilimin sınırları, ahlakın kökleri ve en önemlisi de insanlığın anlam arayışı gibi derin sorulara dokunuyor.
Antik dünyanın en esrarengiz figürlerinden biri olan Pytagoras, bizim aşina olduğumuz adıyla Pisagor, adını genellikle geometri derslerinden işittiğimiz, tarihin en önemli filozoflarından biridir. O, sayılarla kâinatın sırlarını çözmeye çalışarak mistik inançların peşinden koşan bir ruhani lider ve kendine özgü bir topluluğun kurucusu olarak tarihe geçmiştir.
Edebiyat tarihinin en sarsıcı ve muazzam kalemlerinden biri olan Fyodor Dostoyevski, eserlerinde insanların psikolojik dehlizlerine inmekle kalmamış, çağının ve belki de tüm zamanların en temel felsefi problemlerini de araştırmıştır. Onun romanları, insan ruhunun en karanlık köşelerini, inanç ile inançsızlık arasındaki gerilimini, acının anlamını ve ahlaki sorumluluğun ağırlığını eşsiz bir yoğunlukla işler. Fakat Dostoyevski'nin adeta varoluşsal bir düşman olarak gördüğü, dönemin Rusya'sında yükselen ve modern insanın da karşısındaki en büyük tehditlerden biri olarak algıladığı bir akım vardı: Bu Nihilizmdi.
İnsanlık tarihi boyunca düşünce dünyasının merkezinde yer alan sorulardan biri, mutlak ve aşkın bir varlık olarak kavranan Tanrı'nın mevcudiyetidir. Bu soru, teolojinin yanı sıra felsefenin de temel uğraş alanlarından biri olmuş, farklı medeniyetlerde ve çağlarda çok kapsamlı yanıtlar verilmiştir. Geleneksel olarak Tanrı, evrenin yaratıcısı, düzenleyicisi ve nihai anlamın kaynağı olarak kabul edilmiş, O'nun varlığına dair metafiziksel, kozmolojik ve ontolojik argümanlar geliştirilmiştir. Fakat felsefe tarihinde, bu hâkim anlayışa karşı çıkan, Tanrı kavramının kökenini ve mahiyetini farklı bir perspektiften değerlendiren güçlü düşünce akımları da var olmuştur. Bu akıma göre Tanrı, ontolojik olarak bağımsız ve aşkın bir varlık olmaktan ziyade, insan bilincinin, toplumsal yapıların, psikolojik ihtiyaçların veya kültürel evrimin bir ürünüdür; bir başka deyişle, bir insan icadıdır.
Geçtiğimiz haftaki videoda, Tanrı kavramının insan bilincinden, toplumsal yapılardan veya psikolojik ihtiyaçlardan meydana geldiğini öne süren felsefi iddiaları incelemiştik. Feuerbach'tan Karl Marx'a, David Hume'dan Ksenophanes'e uzanan bu düşünce hattı, Tanrı'yı aşkın bir varlık olmaktan çıkarmış, insanın kendi zihninde yarattığı bir varlık olarak konumlandırmıştı. Fakat felsefe tarihi, bu tezin karşısına, Tanrı'nın ontolojik olarak; bağımsız, mutlak ve zorunlu bir varlık olduğunu, onun varlığının insan aklının veya algılarının bir icadı olamayacağını savunan güçlü argümanlar da çıkardı.
Hayatım boyunca okuduğum en iyi kitaplarından birisi Tolstoy’un Diriliş romanıdır. Roman eleştirmenler tarafından estetik olarak ne Savaş ve Barış’a ne de Anna Karenina’nın yanına yaklaşabilir. Çünkü Tolstoy ilk kez estetik kaygılar gütmeden bir roman yazmak istemişti ve onun için asıl önemli olanı öne çıkarmanın daha faydalı olduğunu düşündü… Bu anlamdı!
“İlk karşına çıkanla tartışma; yalnızca iyi tanıdığın, saçma sapan şeyleri savunmayacak kadar anlama yetisine sahip olduğunu düşündüğün ve utanılacak durumlara düşmeyeceğini bildiğin kişilerle tartış; Otoritenin dikte ettiklerine göre değil, nedenlere, gerekçelere dayanarak tartışmayı bilenlerle; sunulan nedenleri dinleyip dikkate alanlarla; ve nihayet, gerçeğe değer veren, karşı tarafın ağzından bile olsa iyi nedenleri memnuniyetle dinleyen ve doğruyu karşı taraf söylediğinde, yani kendisi haksız olduğunda da bunu hazmedebilecek kadar adalet duygusuna sahip olanlarla tartış. Demek ki yüz kişi içinde tartışmaya layık bir kişi bile zor çıkar. Geri kalanı ise bırakın ne isterlerse onu konuşsunlar, çünkü budala olmak insanın hakkıdır…” Bu alıntı Aristoteles’in Topika kitabında yer alan ve kiminle tartışılması gerektiğini çok güzel bir şekilde anlatan bir paragraftır.
Bir yalan düşünün. Ama bu öyle bir yalan ki, milyonları savaşlara sürüklesin, halkları birbirine düşman etsin ve masumları da cellat göstersin. Tarih boyunca öyle yalanlar söylendi ki… Kralların tahtlarını korudu, filozofların fikirlerini meşrulaştırdı ve diktatörlerin de halkı sömürmesini sağladı. Ve çoğu zaman bu yalanlar, öyle bir ustalıkla söylendi ki, insanlar onları gerçek sanmakla kalmadı; hem uğruna ölmeye gitti hem de öldürmeye… Bir hükümdarın ağzından çıktı, belki bir filozofun satırlarında gizlendi, belki de bir askerin nutkundan, bir propagandacının afişine yansıdı. Ama her seferinde aynı şey oldu: İnsanlar o yalanları gerçek sandı.
Tanrı bilginin bir konusu olmaya başladığında onu birtakım argümanlarla kanıtlamaya çalışmak çok uzun yıllardan beridir uğraşılan bir girişimdir. Peki ama insanlar neden Tanrı'yı kanıtlama ihtiyacı hissediyor? diye sorabilirsiniz. Esasında yapılmak istenen halihazırdaki inançlarını sağlamlaştırmanın yanı sıra mantığı da kullanarak tatmin olunacak bir anlam yaratmaktır. Ya da varoluşun bu kaosunda düzen bulma arzusudur. Böylece evrenin bir tesadüf olmadığını, bütün bu gizemin ardında bir amaç olduğu gösterilecektir. Tanrı'yı kanıtlama çabası insanlığın ikili doğasından kaynaklanıyor gibi görünüyor. Sonuçta bizler hem akıl sahibi hem de meraklı varlıklarız. İnanç kalp için yeterliyken, bunun yetmediğini düşünüyoruz ve akıl yoluyla açık ve tutarlı olan gerekçelendirmeye ihtiyaç duyuyoruz. Fakat dönüyoruz, dolaşıyoruz cevabı olmayan bir sürü sorunun arasında kalıyoruz. Ve o sorulardan biri de şu oluyor: Sonsuz olan bir varlık, mantık ve dil gibi sonlu araçlarla gerçekten kanıtlanabilir mi?
Hiç kendinizi bir konuda, hem de çok emin bir şekilde, yanılmış buldunuz mu? Ya da çevrenizde, kendi doğrularından zerre şüphe etmeyen, aksini duymaya bile tahammülü olmayan insanlar gördünüz mü? Belki de bir komplo teorisine inanıp, aksini gösteren tüm kanıtlara rağmen fikrini değiştirmeyen birini… Ya da hayatının her detayını kontrol edebileceğine, ufak bir ritüelle kötü şansı uzaklaştırabileceğine inanan birisiyle tanıştınız mı? İşte bugün, hepimizi etkisi altına alan, düşünce şeklimizi derinden etkileyen ve çoğu zaman farkında bile olmadığımız bir konuyu ele alacağız: Kendimizi Neden Kandırıyoruz?
Evrimsel genetikçi, biyolog ve popüler bilim kitaplarıyla hem dünyada hem de ülkemizde ismi gündem olan Richard Dawkins 1976 yılında yayınladığı “Gen Bencildir” kitabıyla biyoloji dünyasında büyük bir etki yaratmıştı. Fakat Dawkins’i ülkemizde bu kadar popüler hale getiren bu kitap değildi. Onu popüler hale getiren ve hatta sansürle karşı karşıya bırakan yapıtı “Tanrı Yanılgısı” adlı eseri olmuştu. Din ve bilim arasındaki keskin ve çarpıcı görüşleri nedeniyle eleştirilen yazarın Tanrı Yanılgısı kitabını yazarken asıl amacı, Tanrı inancını bilimsel ve felsefi bir zeminde sorgulamaktı. Çünkü ona göre Tanrı’nın varlığına dair yapılan savunmalar bilimsel ölçütlere göre test edildiğinde başarısız olmaktaydı.
Evrene baktığımız zaman karşımıza çıkan muazzam düzen, kimi zaman hayranlık uyandırıcı kimi zaman da dehşet verici bir bilinmezliği ortaya çıkarır. Gökyüzünde belli bir yörüngeyi takip eden gezegenler, doğadaki mükemmel simetri, insan gözünün kusursuz işleyişi ya da bir kar tanesinin şaşırtan geometrisi bu düzenin arkasında bir şeyin varlığına işaret eder. Bozkırda yürüyüş yaptığınızı düşünün. Ayağınıza bir taş takılsa ya da birikmiş yaprakların arasında bir dal bulsanız bunun doğal bir süreçten kaynaklandığını hemen anlarsınız. Ama aynı bozkırın ortasında kurmalı bir cep saati bulsaydınız bunun doğa tarafından rastgele oluşmadığını, aksine bilinçli bir varlık tarafından yapıldığını düşünürdünüz. Çünkü hemen anlayacağınız üzere bu saat, belli bir amaca yönelik tasarlanmıştır.
Yüzyıllardır size dayatılan, sizi zincirleyen, kendi gücünüzden ve potansiyelinizden uzaklaştıran o sahte ahlakın prangalarıyla yaşayanlar. "İyi" ve "kötü" masallarıyla gerçekten mutlu musunuz? Sürekli başkalarının koyduğu kurallara göre yaşamak, yıllardır size dayatılan sahte başarıları iyi bir şeymiş gibi pazarlayanlarla birlikte var olmak, kendi arzularınızı ve tutkularınızı ezip geçenlerle bir arada olmak sizi tatmin ediyor mu? Etrafınıza bir bakın! Sahtelik, adaletsizlik, riyakarlık ve köle sürüsüyle dolu... Üzgünüm ama bütün bunların nedeni, o kutsal saydığınız ahlakın meyvesiydi.